© Manset23 2020

7.SANAT SİNEMA

7.Sanat Sinema haber dizisinde sinemanın doğuşu, gelişimi ve dönüm noktaları ile günümüze uzanan yolculuğunu ele alacağımız bu bölümde ilk olarak sinemadan önce dünyadan bahsedeceğiz.

7.Sanat olan sinema 28 Aralık 1895 tarihinde dünya ile tanıştı ve sanat dünyasını en derin şekilde etkilemesi fazla uzun sürmedi. Ama bugünkü yazımızda sinemadan önce dünyayı ele alacağız.

Sinemanın doğuşundan önce dünyada gölge oyunları etkisini göstermekteydi. Doğu ülkelerine özgü bir sanat olduğu anlaşılan gölge oyununun ilk defa Çin'de çıktığı söylenir. Rivayete göre, İmparator Wu ( M.Ö 140–87 ) çok sevdiği karısının ölümü üzerine derin bir üzüntüye kapılır; Şav-Wöng adlı bir Çinli, imparatorun üzüntüsünü hafifletmek için, ölen kadının hayalini bir perde arkasından gösterebileceğini söyler; sarayın bir odasına gerdiği bir perdenin üzerine karısına benzeyen bir kadının gölgesini düşürür ve bu gölgeyi ölen kadının hayali olarak imparatora sunar (M.Ö 121). Bazı tarihçiler ise gölge oyununun, IV. Yüzyılda Hindistan’dan çıktığı ve V. yüzyılda Cava'ya geçtiğini söyler. Cava'da “Wayang” adı verilen ve gerek şekilleri, gerek konuları bugüne değin korunan bu oyunlarda Hint efsanelerinin etkisi açıkça görülmektedir. Cava edebiyatında, evren bir Wang sahnesine, insanlar ve doğa da Wayang tasvirlerine benzetilmiştir. İslam dünyasında bu oyuna “hayâl-i-zıll” (gölge hayali), “zıll-i hayal” (hayal gölgesi), “hayal-i sitare” (perde hayal) vb. adlar verilmiştir. İslam dünyasında çeşitli düşünür ve tasavvufçuların eserlerinde hayal sahnesi evrene, insanlar ve tüm varlıklar, perdedeki geçici hayallere benzetilmiş, oyundaki hayaller nasıl perde arkasındaki görülmeyen bir sanatçı tarafından oynatılıyorsa, evrendeki varlıkların da görünmeyen bir yaratıcı tarafından hareket ettirildiği anlatılmıştır.


Gölge Oyunu

Türkiye'de Gölge Oyunu; Türkler’de tiyatro sanatının başlangıcı, Orta Asya’da yaşadıkları dönemlerin birtakım törenleri ile ilkel taklit gösterilerine kadar uzanmaktadır. Ancak bu sanatın gelişmesi Türklerin Anadolu’ya gelmeleri özellikle de 1453’de İstanbul’u fethetmeleri ve burayı başkent yapmaları ile daha da hızlanmıştır. Bu dönemden sonraki Türk tiyatrosu geleneksel tiyatro ve batı etkisi altında gelişen tiyatro olarak incelenmektedir. Geleneksel tiyatro başlığı altında seyirlik köy oyunları, kukla, meddah, Karagöz ve ortaoyunu gibi gösteri türleri incelenir. Şarkı dans ve söz oyunlarına dayanan geleneksel tiyatro, yazılı bir metne dayanmaz. Güldürü ögesi ön plandadır. Türk köylüsünün geleneğini devam ettirdiği seyirlik köy oyunlarının başlıcaları şunlardır: Ölüp dirilme, kız kaçırma, esnaf oyunları, hayvan benzetmeleri, şakalar, efsane ve masallardan oyunlar (Keloğlan, Köroğlu vb.) Türklerin toplumsal hayatında önemli bir yeri olan bir başka geleneksel gösteri türü de bir çeşit gölge oyunu olan Karagöz’dür. (Gölge oyununun kökeni konusunda değişik görüşler ileri sürülmektedir). VII. yüzyılda, Evliya Çelebi gölge oyunu üzerine kesin bilgi verdiği gibi, Türkiye'ye gelen gezginler de Karagöz oyununu anlatmaktadırlar. İtalyan bir gezgin, Ramazan'da kahvelerde, çeşitli soytarı ve oyuncuların yanısıra, geriden aydınlatılmış bir perde veya boyanmış bir kâğıt üzerinde gölgelerin oynatıldığını, bunların kendi ülkesi İtalya'dakilerden değişik olarak sözlü olduklarını, oynatıcının sesini değiştirerek çeşitli dilleri ve ağızları taklit ettiğini, kadın-erkek ilişkilerinin büyük bir açık seçiklikle gösterildiğini, bu konuların böyle bir dinî bayramda ve genel yerler için aşırı utanmasız olduğunu belirtir. Bu yüzyılda Evliya Çelebi'nin kitabında ilk kez Karagöz ve Hacivat'ın adları anıldığı gibi, oyun konuları, oyunun özellikleri, perde gazelleri, çağın ünlü oyuncuları üzerine bilgiler de veriliyor. Karagöz oyunu, gazete, TV, radyo gibi iletişim araçlarının olmadığı zamanlarda toplumu hem eğlendirmiş hem de zaman zaman siyasal içeriğiyle kamuoyunu temsil ederek toplumun sesi olmuştur. Öyle ki, Osmanlı’nın son dönemlerinde Karagöz sanatçıları devlet ileri gelenlerinden bazılarının hırsızlığını, rüşvetçiliğini vs. perdede canlandırdıkları için bu taşlamalar çok keskin bulunmuş, oyunlar yasaklanmış, devlet ileri gelenlerinin perdeye yansıtılmaları ağır cezalara bağlanmıştır.

Karagöz Hacivat

 

Sinemayı Hazırlayan İcat ve Keşifler

Gözün dış kısmı, yani mercek kısmı bir anlamda fotoğraf makinesinin merceği gibi düşünülebilir. Baktığımız cisimlerden yansıyan ışınlar, önce gözün önündeki saydam tabaka (kornea) ve içindeki mercek (lens ) tarafından kırılarak gözün en arkasında yer alan ve sinir liflerinden oluşan ‘retina’ tabakası üzerine odaklanır. Retinada oluşan cismin görüntüsü optik sinir vasıtasıyla beyindeki görme merkezine taşınır ve görme oluşur
Sinemanın temelinde yatan yanılsama; beynin, gözün ağ tabakası üzerine düşen görüntüyü, kaybolmasından sonra da kısa bir süre algılamayı sürdürmesi ve ardışık ağ tabaka görüntülerini, hareket eder biçimde algılaması olgularına dayanır. Bu yüzden insan gözü, bir perde üzerinde belirli bir hızla (genellikle sessiz sinemada saniyede 16, sesli sinemada saniyede 24 kare) ard arda yansıtılan film karelerindeki görüntüleri kesintisiz bir hareket içinde görür. Gözün sinemaya temel oluşturan bu özelliği fotoğrafın bulunmasından çok önce biliniyordu, örneğin her sayfasına bir resim çizilmiş kitapların hızla çevrilmesiyle hareket izlenimi yaratılabiliyordu. Sinema sanatını oluşturan en büyük etken, insan gözündeki retina tabakasının saniyede 10’dan fazla resmin ardarda gösterildiğinde hareket ediyor izlenimini yaratmasıdır. Bilimsel adı "Ağ Tabaka İzlenimi" olan insan gözünün bu kusuru sinemayı doğurmuştur. 

Camera Obscura’nın İcadı; Camera Obscura fotoğraf makinalarının atasıdır. En basit şekliyle bir duvarında küçük bir delik bulunan karartılmış bir odadır. Bu delikten geçen ışık karşı duvarda, dışarıdaki görüntünün baş aşağı gelmiş biçimini oluşturmaktadır. Bu olaya ilk kez M.Ö. 4. yüzyılda Aristo tarafından değinilmiş, daha sonra geliştirilerek resim yapımında kullanılmıştır. Gerek teknik, gerekse tanımı çok basittir: Karanlık oda (kutu fotografı), objektifsiz fotograftır. Bilinen fotograf makinelerindeki objektiflerin yerini, 0,25-1 mm çapındaki bir delik alır. Işık bu delikten geçer ve karanlık ortam sağlayan kameranın içinde bulunan ışığa duyarlı yüzey üzerinde bir görüntü oluşturur. Bu teknik için kullanılan kameralar küçük ya da büyük olabilir. Deniz kabuklarından, şekerleme, kola hatta kibrit kutularından ya da eski buzdolabı, karavan gibi iri hacimli nesnelerden ya da ışık geçirmezliği sağlanmış bir odadan kamera olarak yararlanmak mümkündür. Basit bir ilke olarak, ışık geçirmeyen her kapalı ortam, bir iğne deliğinden sızan ışıkla camera obscura'ya dönüsebilir.


Camera Obscura


Fotoğraf Filminin İcadı; Fotoğraf makinesinin icat edilmesi, optik ile kimyanın bileşimi sonucunda gerçekleştirildi. Güneşin görüntüsünün bir perdeye düşen izdüşümü Arap gökbilimciler tarafından onlardan önce de Çinliler tarafından incelenmiştir. 16. yüzyılda İtalyan ressamları düzgün çizim yapmalarına yardım eden mercekler ve Camera Obscura (karanlık kutu) gibi araçlar kullanıyordu. Fotoğrafın icadı, Camera Obscura içerisinde ışığa duyarlı kimyasalların ışığı kaydetmeye uygun olduğunun anlaşıldığı zamana dayanır. İlk olarak uzunca bir süre fotoğraf filimlerinde taban olarak cam kullanılmıştır. 1870’li yılların ortalarına doğru gümüş bileşiklerinin jelatin taban üzerinde kullanımıyla, cam negatiflerde olan problemlerin çoğu çözüldü. 1879’da Amerika’da George Eastman, taban olarak cam yerine selüloit (selüloz nitrat) bir taban kullandı. Böylece rulo hâlindeki filmi makineye takma imkânı buldu. Günümüzde yanan bir madde olan selüloit yerine yanmayan bir madde olan selüloz asetat ve bazı durumlarda ise plastik kullanılmaktadır. Filmler, görüntüyü sağlamak için ışığa duyarlı hâle getirilmiş malzemelerdir. Bu malzemeler objektiften geçen görüntünün kalıcılığını sağlamak amacıyla saydam bir taşıyıcı üzerine sürülmüş ışığa karşı duyarlı (jelatin içerisine emdirilmiş gümüş bileşiklerinden) maddeden oluşur. Filme ulaşan ışığın taşıdığı enerji, gümüş bromür (AgBr), gümüş klorür (AgCl), gümüş iyodür (AgI) tuzlarına aktarılır. Böylece ışık düşen bölgelerdeki gümüş-tuzu molekülleri arasındaki bağlar koparken, ışık görmemiş bölgelerdeki bileşikler aynen kalır. Bu aşamada duyarkatta oluşan gözle görülmeyen bir tür elektrokimyasal görüntüye hayalî görüntü adı verilir. Bu hayalî görüntü daha sonra geliştirici (geliştirme banyosu) aracılığı ile görünen görüntü hâline dönüşür.


Dünyada Çekilmiş İlk Fotoğraf; 1826 yılında Joseph Nicéphore Niépce tarafından çekilmiştir. Fotoğraf Saône-et-Loire, Bourgogne, Fransa'daki penceresinden manzarayı göstermektedir. Fotoğrafın pozlama süresi 8 saattir.

Sinema ve Tiyatro

Sinema tarihini inceleyecek olursak, sinemanın edebiyat ve tiyatro dallarının mirasçısı olduğunu görürüz. Sinema, bir anlamda tiyatro kadar eski değil, genç bir sanattır. Çok kısa bir sürede de popüler hâle gelmiştir. Buna karşın tiyatro, toplumsal bir sanat olarak ayrıcalıklı bir kültürel azınlığa hitap etmektedir. Sinemanın, tiyatronun alanına girmesi, sahip olduğu oluşumları iyi kullanabilmesindendir. Tabii ki tiyatronun günümüzde de geçerliliğini inkâr edemeyiz ve sinemanın bu sanat dalına olan olumlu katkılarını da kabul etmek zorundayız. Sinema daha geniş kitlelere ulaşma imkânına sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, tiyatronun sinema karşısındaki dezavantajı, sinema kadar geniş kitlelere ulaşamamasıdır. Örneğin bir filmi, bir günde bin kişilik bir salonda beş kere göstermemiz beş bin kişinin seyrettiği anlamına gelir. Oysaki bir tiyatro salonunda böyle bir şansımız yok. Haftanın bir günü dışında, bir oyun her gün oynansa bile dört yüz kişilik bir salonda ancak iki bin kişiye ulaşabilmesi mümkün olur. Şunu belirtelim ki tiyatro izleyiciyle birebir, göz göze yapılan bir sanattır. Bu bakımdan etkileme gücü sinema ile karşılaştırılamaz. Böyle olunca da tiyatro etkisini sürdürmeye devam edecektir. Görüntüden yararlanan sanat dallarının en eskisi olan tiyatronun sağlam bir geleneği vardır. Tiyatro, gece ateşin çevresinde otururken o gün yaptığı avlanmayı anlatmak ya da ertesi gün çıkacağı avın bereketli geçmesini sağlamak amacıyla kalkıp avlayacağı hayvanları taklit eden, ilkel insanın davranışıyla başlamış sayılır. Tiyatroda dramatik yapı oluşturulurken, gerçek yaşantının bütünü değil, seçilmiş gerçeklerin seçilmiş durumların bir araya getirilmesi zorunluluğu vardır. Bu durum, tiyatro geleneğinin esasıdır. Seçilmiş durumların bir araya gelmesi sonucu bir bütün ortaya çıkar. Bu bütüne varmada seyircinin hayal gücüne geniş yer ayrılır. Tiyatrodan sinemaya geçiş, fiziksel gerçeklikten soyutlamaya geçiştir. Tiyatroda seyirci ile oyuncu arasında psikolojik bir bağ vardır. Sinemada bu psikolojik bağ bir dereceye kadar kaybolmaktadır. Ancak sinemada birden çok kamera ve filmsel anlatımın yardımıyla izleyici olayları değişik açıdan izleyebilir. Sinemada değişik çekim ölçekleri kullanma yöntemiyle olayların ayrıntılarını göstermek mümkün olmaktadır. Tiyatroda olaylar hep geniş açıdan ve belirli bir tek bakış noktasından izlenir. Sinemada zaman yer ve hareket bakımından rahat olan bir sanat dalıdır. Tiyatroda olayın geçtiği yer kolay değiştirilemez; olayların akışı ve hareket doğal bir sıra içinde ve gerçek zamanda oluşur.


Çünkü günümüzdeki anlamıyla çağdaş tiyatronun tarihi, bağ bozumu tanrısı Dionysos adına yapılan dinsel törenlere dayanmaktadır. İlk tiyatro şenliği MÖ 534 yılında Atina'da yapılmıştır. (Görsel Tarihteki ilk Tiyatro Salonu Berlin)

Görüldüğü üzere Dünyada ve ülkemizde sinemadan önce oluşan sanatlar oldukça önemli ve çeşitliydiler ve hala günümüzde etkisini göstermektedirler. Sinemanın doğuşundan önce aslında sinemaya zemin hazırlanmış diyebiliriz. Çünkü sinema; hem bir gölge oyunu, hem bir roman, hem bir tiyatro oyunu ve -en önemlisi- hem de saniyede 24 fotoğraf karesi...

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER