Reklamı Geç
batı
Elazığ
21 Kasım, 2024, Perşembe
  • DOLAR
    33.55
  • EURO
    37.03
  • ALTIN
    2667.4
  • BIST
    9941.56
  • BTC
    61215.93$

ŞİİRİN CUMHURİYET DÖNEMİ MİLLİYETÇİLİK AKIMINA OLAN KATKILARI VE ETKİLERİ

24 Temmuz 2021, Cumartesi 10:13
ŞİİRİN CUMHURİYET DÖNEMİ MİLLİYETÇİLİK AKIMINA OLAN KATKILARI VE ETKİLERİ

Şiiri toplumun değer  yargılarından kopuk olduğunu düşünmek şiire olan yaklaşımın sacayaklarından birinin eksik ele alınması anlamına geldiğini unutmamak lazımdır. Bir toplum hareketinin başarıya ulaştırılması isteniyorsa bu, o toplumun sanat ve sanatçısından ayrı düşünülemez.
Milliyetçilik ve muhafazakârlığın bir araya gelişinin milâdı, II. Dünya Savaşı sonrası çok partili siyasal hayâta girdiğimiz dönemdir. Elbette öncesinde de milliyetçi ve İslâmcı, muhafazakâr yönü öne çıkan farklı entelektüel çevrelerin temasları yok değil ama bunların bir terkip olarak birlikte hareket eden, aynı kapta yoğrulan iki akım olarak bir araya gelmesi, II. Dünya Savaşı sonrasında olmuştur. Bunun da iki temel dürtüsü var: Bir tanesi antikomünizmdir. Antikomünizmi hem kendi meşrulaşmasının, hem yaygınlaşmasının ve popülerleşmesinin bir zemini olarak kullanmak hem de kendi siyasî kaygılarını, hedeflerini antikomünizm üzerinden anlatma kolaylığından yararlanmak...Çünkü komünizme karşı olmak; aynı zamanda bir modernleşme,  Batılılaşma, inkılâp ve resmî tarih eleştirisini de beraberinde getirme imkânına sahip. Bir de İslâmcılığın uzun süre baskı altında kaldığı bir dönemden sıyrılarak yeni yeni ortaya çıkmaya, tekrar konuşmaya başlaması ve milliyetçiliğin de 1944 Türkçülük-Turancılık Davası’nda tasfiye edildikten sonra tekrar alan tutmaya çalışması bu iki zayıf düşmüş akımın birbirlerinden güç alarak alan kapma mücadelesiyle başlar bu birliktelik. İlk zamanlarda “milliyetçi-mukaddesatçı” denilen “milliyetçi-muhafazakârlık” 1960-70’lerden sonra “milliyetçi-muhafazakârlık” adına dönüştü. Bu tâkip, iki akımın bir araya gelmesinden öte bence kendisi bir çizgidir. Yani “milliyetçi-muhafazakârlık” milliyetçilerden ve muhafazakârlardan oluşan bir birliktelik olmaktan öte bir terkip olarak kendisi bir çizgidir. Bu çizgi de uzun yıllar boyunca antikomünizm temelinde, buna bağlı olarak da devlete ve rejime sahip çıkan bir kuvvet olma iddiasında bir birliktelikti. Bu çizgiyi bugüne de çekebiliriz. Bugünkü “beka” söylemi kökünü oradan alıyor bence.
                 Bahsettiğimiz sürecin evvelinde Mehmet Akif ERSOY gibi çile içinde yetişmiş ve içinde bulunduğu toplumun sancılarını ta ciğerinde damla damla hissetmiş bir şair yetişmiştir. Toplum, şiir ve  sanat üçgenini zannımca en doğru ele alacak örnekse Mehmet Akif ve o dönem tükenmekte olan ve küllerinden yeniden doğacak olan bir millete önderlik edecek, ışık ve motivasyon unsuru olacak "İSTİKLAL MARŞI” dır.
“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!” Ne büyük bir dizeyle son bulmuş. Anlam içinde anlam, sır içinde sır ve özgürlüğün ta kendisi...
Tabii ki sonrasında milliyetçilik akımına yön vermiş bir çok cumhuriyet dönemi şairi yetişmiştir. Başta Hüseyin Nihal ATSIZ, Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU ve Dilaver CEBECİ gibi kalemler...
               Mesela Hüseyin Nihal ATSIZ, Türkçülük yolunda son nefesine kadar mücadelesini vermiştir. O bir “millî şuur abidesi” olup;
“Darbeyle gönüllerde yatan ülkü silinmez!  
Atsız yere düşmekle bu bayrak yere inmez!” diyerek geleceğe hep umut saçmıştır. İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın buyurduğu gibi: "Atsız ‘atlı’yı atından indirecek derecede şiddetli yazılar yazardı." demiştir.
Mesela Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU  kendisiyle yapılan bir söyleşide: "Halka dönük sanat nedir, genellikle nasıl yorumlanır ve bu yorumun Türk sanatına olumlu bir şekilde mümkün müdür?" şeklindeki bir soruya: “Halka dönük sanat, halkta bulunan işlenmemiş cevheri alıp işlemek ve halka vermektir. "Halka dönük" deyimini uyduranlar, bunu bizim anladığımız manada anlamazlar. Onlar halkta bulunan işlenmiş işlenmemiş bütün cevherleri ufalayıp toz etmekte, kısa zamanda onu da kendilerine benzetmeye çalışmaktadırlar. Bu “dönekler” taifesinin Türk sanatını olumlu veya olumsuz hiçbir şekilde etkilemeleri mümkün değildir. Kendileri çalar, kendileri dinler ancak bu gürültüyü kesmenin tek çaresi vardır o da Türkçü sanatkârların yetişmesi ve canlarını dişlerine takıp çalışmalarıdır." şeklinde cevap verir. Örnegin "Ardından" eserinde şöyle demiştir:
“Burada başsağlığı, orada gözler aydın;
Íki ayrı dünyada iki ayrı tören var.
TANRI katından gelen bir yüce buyruk üzre,
Aramızdan ansızın çadırını deren var.
Orada ecdat ruhu sadümanlık içinde
Burada tamu içre gönüllerde boran var.”
Son olarak da Dilaver CEBECİ’ yi ele alacak olursak kendisi  edebiyatımıza "Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi" mizahî tipini kazandırmış ve  Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi imzasıyla yazdığı yazılarında Türk sosyal hayatına bir 16. yüzyıl Osmanlı vatandaşı gibi bakarak bu hayatın Türk kültürüne yabancı yönlerini latif bir üslupla hicvetmiştir. Edebiyatımızda uzun ve hikâyemsi mensure türünü denemiş  ve bu denemelerinde milli romantizmi vermeye çalışmıştır. Özellikle Türkiye’m ve Sitare gibi çok önemli başyapıt şiirlere imza atmıştır. Türkiye’m şiirinde  vatan sevgisini ve toplum şuurunu bu dizelerle nakşetmiştir kağıda: 
“Baş koymuşum Türkiye'min yoluna
Düzlüğüne, yokuşuna ölürüm,
Asırlardır kır atımı suladım.
Irmağının akışına ölürüm.”
Yazımızda bahsi geçen ve geçmiş dönemlerde de Türk şiirine milli şuura zerre kadar emeği geçmiş tüm şair, yazar ve sanatçıların ruhları şad, mekânları cennet olsun. Kısacası ne bir oluşum sanattan kopuk kitleye ve topluma hükmedebilir ne de sanat toplum değerlerinden ayrı ele alınabilir. Yazımızda burada son verirken  haftaya başka bir konuda görüşmek dileğiyle ..

            Sevgi ve saygılarımla..

      Cihan BERDİBEK